Dünyanın Uğultusu Karşısında Açık Vermek

SheqiL

Hepiniz Haklısınız..
Katılım
7 Eki 2019
Mesajlar
1,161
Aldığı beğeni
23
Puanları
38
Konum
Fransa
Web sitesi
www.belalim.net
behcet_celik.jpg


Özdemir Toprak

Klasik hâline gelmiş yakın dönem romanlarını ya da öykülerini okuduğumuzda, her ne kadar yıllar öncesinde yazılmış ve o dönemi anlatıyor da olsa, sanki günümüzde yaşanmış hissini duyumsayarak okuruz. Bundaki en büyük etkeni sorgulamamış olsak bile nedeninin, yıllar da geçse teknoloji de ilerlese asılda var olan dertlerin, yaşanılan sıkıntıların hiçbir zaman değişmediğinin göstergesi olabilir.​

Her dönemde belli siyasi sıkıntılar, eylemler, yapılan haksızlıklar, adaletsizlikler, gayri meşru cinayetler yaşandı ve maalesef yaşanmaya da devam edecek. Peki, geçmiş dönemdeki siyasi olayları anlatan kült kitaplar neredeler? Ya da sırf o dönemde yaşanan siyasi olaya vurgu yapmak için yazılmış roman ya da öyküler ne kadar ileri taşınabildi? Bu soruların cevabını birçoğumuz biliyoruz. Çok azdır. Günümüze ulaşmayı başaranlardaki asıl etkense kesinlikle içinde anlatılan başka bir hikâyedir. Eğer o dönemin siyasi aksaklıklarını ya da yaşanan olayları anlatmak ya da okumak istiyorsak bunu direk tarih veya inceleme çerçevesinde yapmak daha mantıklıdır. Ama edebiyatta asıl merak edilen nokta o dönemde bireylerin yaşadığı ruhsal çerçevedir. En azından kendi açımdan ben böyle düşünüyorum. Yoksa ekonomik krizlerin neden kaynaklandığı, siyasi politikaların neden ve hangi amaçla uygulandığı hepimizin malûmu. Bunları biraz okuyan, üzerine düşünen herkes bilir.

Ya benim bu dönemlerde yaşadığım ruhsal bunalım. Evet, bunlar da bildiğimiz konular ama anlatabileceğimiz, tam olarak aktarabileceğimiz olaylar değil elbette. Okuduğumuz zaman “bu beni anlatıyor ya” demekten kendimizi alamadığımız ne çok kitap vardır. Bu olmadı. Şimdi sen kendinle çelişiyorsun diyenleri duyar gibiyim. Hayır. Bu bir dört işlem konusu değil. Her zaman tarihin yanlış aktarıldığını düşünmüşümdür. Asıl altında yatan nedenlerini hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, günümüz siyasi anlayışına dayanarak kavramak zor olmamalı. İşte burada var olan, bize empoze edilen ve yapılanlar aracılığıyla –bence hep aynı taktik- oyalamaktan başka bir şey değil. Bunları biliyoruz. Kahretsin ki bunlar yaşanmaya devam edecek ve birkaç azınlık olarak ne yapsak sonuca ulaşamayacağız. İşte benim merak ettiğim, maaşı gayet iyi bir işte çalışan Ahmet’in, gelen ekonomik krizle birlikte işini kaybetmesi ve sonrasında yaşadıkları. Her geçen gün işsizliğin getirdiği boşlukla birlikte bakış açısının aldığı şekil. Edebiyatsever olarak bunlar beni daha çok ilgilendiriyor. Yoksa, ekonomik krize nelerin sebep olduğunu çok iyi biliyorum. Bunu gizlemek için yapılan algı operasyonlarını, yapılan adaletsizlikleri biliyorum. Peki ya, bu noktada Ahmet, Aynur, Ayla ne yapıyor? Böceğe mi dönüşüyorlar? Ya da karıncaya? Sanırım ikisi de değil. Çünkü bir anda onlara sizin bu kolonide işiniz yok dedikleri için hayat felsefelerini sorgulamaya başlayıp tutunmaya çabalıyorlar.

Behçet Çelik’in Dünyanın Uğultusu romanı ülkenin ekonomik krize girmesi sonucu Ahmet’in işini kaybetmesiyle başlıyor. Hangi yılı anlatıyor? Bunu okurken az çok tahmin edebilirsiniz ama günümüz de dâhil geriye dönük hangi yılı seçerseniz seçin, yaşanılanlar, işsizliğin verdiği bunalım, birilerine sığınma dürtüsü, arayışlar hep aynı noktaya çıkacak. Çünkü yaşanılanlar gelecekte de olsa değişmeyecek. Tabii bu süreçte her ne kadar işler kötüye gitmeye başlasa bile seni değişikler yapmaya iten olumlu itkiler de oluşur. Sevgilisi Özlem, Ahmet’ten ayrılıyor fakat son dönemde ilişkileri zaten Ahmet’i ondan uzaklaştırdığı için bu onu fazla yaralamıyor. Gününü anlamlı kılmak mı ya da bir şeyler yapmış olma gereksinimi mi denir, siz karar verin ama kendini dışarı attığı zamanlarda iki farklı kadınla tanışır. Birisi üniversiteden arkadaşının kız kardeşi Aynur, diğeri ise bir yerde çay içerken tanıştığı Ayla’dır. Ondan sonra hem kendiyle yüzleşir hem de bu iki kadınla yaşadıkları ya da yaşamak istedikleriyle çizer yolunu.

Çalışma hayatımızdaki hengâme içinde etrafımızda olan ama yoğunluktan göremediğimiz birçok şeyin farkında olmayız. Oysaki boşluğa düşüp zamanın bol olduğu anları yaşamaya başladığımızda, her zaman içinde bulunduğumuz ama o güne kadar dikkatimizi çekmeyen birçok şeyi görmeye ve duymaya başlarız. Bunlar çok önceden unuttuğumuz, bir yere attığımız, sıkıntıdan etrafı kurcalayıp bulduğumuz herhangi bir eşya, evde olmadığımız saatlerde apartman içindeki çeşitli gürültüler, televizyondaki bir program, daha önceden hiç geçmediğimiz sokaklar, girmediğimiz kahveler, yapmaya vakit bulamadığımız ama gayet iyi başardığımız gizil yeteneklerimize benzer birçok şey olabilir. Bir çeşit keşif ritüelidir bu. Olumlu yönden bakmayı başardığımızda keyif bile verebilir. Zaten Ahmet de bir noktadan sonra bunu fark eder. İş arar fakat buna fazla odaklanmaz. Bunu bilerek yapar biraz da. Dünyanın uğultusunu duyamaya başlamıştır ve buna direnmeyi istemez.

Çoğu zaman kendi başına düşünüp taşınırken keşfettiklerini, kimi zaman da keşfettiğini sandığı akılları fikirleri, bir punduna getirip başkalarıyla konuşurken kullanmayı sevdiği hâlde, o yaz gecesinden kimseye söz etmemişti. Dünyaya o geceyi açık etmek dünyanın uğultusu karşısında açık vermek olmaz mıydı?

Her yazarın yazma alışkanlığı farklıdır. Kalem, bilgisayar, daktilo gibi araçlar kullanmayı tercih edenlerden tutun da hikâyeyi zihninde kurgulayıp ona sadık kalarak yazan ya da zihninde kurguladığı hikâyeye başlayıp akışına bırakarak bambaşka sonuçlar doğuranlar vardır. Bunları genelde yazar söyleşilerinde okuruz. Behçet Çelik söyleşilerinde bunlardan bahsediyor ama bu roman, yoğun biçimde, yazdıkça gelişmiş gibi geldi bana. Özellikle bazı noktalarda bir anda olayın akışına katılanlar olmuş. Gelişimi böyle mi oldu bilmiyorum ama hikâye, yazar yazarken kendinden bağımsız gelişmiş sanki. Anlık geliştiğini düşündüğüm akışın romana ayrı bir keyif kattığını söyleyebilirim. Mesela henüz başlarda Ahmet’le yürürken bir anda Aynur’la yürümeye devam ediyoruz. O var. Ahmet nerede? Gelecek. Evet, her ne kadar bu Ahmet’in hikâyesi olsa da Aynur’u yadırgamamak lazım. O da hiç çalışmamış, iş arayan ve hâlâ ailesiyle yaşamak zorunda kalan bir kadın. Tabii kahramanlarla birlikte gelmek istediğim noktayla arayı açtım. Bir yazar hangi aracı kullanıyor, ne yazıyor ya da yazma dışında farklı bir mesleği olursa olsun, kahramanıyla bütünleşir ve yazım süreci sonlanana kadar o olur. Elbet bunu tam manasıyla aktarabilmek, o karakterin nerede nasıl tepkiler verebileceğini kestirmek kolay değildir. Bunun için sıkı bir gözlem gücüne sahip olmak gerekir. Nitekim Behçet Çelik iyi bir anlatıcı olmasının yanında yarattığı karakterlerle, iyi bir gözlemci olduğunu da ispatlıyor.

Aşağısıyla yukarısı arasında dengede durması gerekmişti hep – dengeyi koruması belki de. Bu denge dünyanın dönmesini sağlayan dengeydi. Herkes aşağılar, hor görür, beğenmezdi – aşağıdakiler ya da yukarıdakiler kadar kendi gibi dengede olanlar da- , ama bu dünya kendi gibi ortalama insanların yüzü suyu hürmetine dönüyordu. Bunu bilebilen azdı, bunu sezip de buna göre davranan daha az. Bunlardan biri olduğunu bilir, takdir ederdi kendini.

Mutlu olmayı kim istemez. Bu soruyu sormak bile başlı başına saçmalıktır. Kimi zaman mutluluk tanımları yaparız kimi zaman da mutlu olmadığımız için bunun önemli olmadığı çizgisinde savunma cümleleri kurarız. Ahmet, arkadaşına “Mutlu musun,” diye sorar. O ise şöyle cevap verir: "Mutluluk zihnin yaratığı kavram bana sorarsan. Hayatta, yaşadığımız dünyada mutluluk diye bir şey yok, kafalarımızda yarattığımız bir kavram, Tanrı gibi. Var da diyemezsin, yok da… Bir yerlerde olabilir ama insanların arasında olmadığından eminim. Katılır ya da katılmazsınız ama bir sığınak gibi geldiği için buraya dâhil etmek istedim."

Bizi biz yapan birtakım özelliklerimiz vardır. Buna karakter dememin bir sakıncası yoktur umarım. Karakterimizi ne belirler. Hayata bakış açımız, yaptıklarımız, davranışlarımız, yapmak istediklerimiz, yapmayı sevmediklerimiz, liste uzayıp gider. Sahip olduğumuz özellikler çerçevesinde çoğumuza, başkalarında gördüğümüz davranışlar bize ters gelir. Sinir olur, eleştirmeye başlarız. Bazen de hiç yapamadığımız ya da yapamayacağımız davranış sergileyen insanlara imrenerek bakar, keşke ben de onun gibi davranabilseydim der, yerinde olmayı arzularız. Bütün bu çözümlemeler çerçevesinde düşündüklerimiz asla eyleme geçmez ve söylemde kalır. Bunun ardında çeşitli nedenler olabilir elbet. Bazen de o nedenlerin arkasını sığınır, kabuğumuzu kıramayız. Yazarın, romanı yazdığı dönemde, kahramanlarıyla ne kadar bütünleşik yaşadığını gösteren bir paragraf da bunun ispatı. Bu ve bunun gibi basit görünen ama altını çizmeyi isteyeceğiniz birçok paragraf kitaba bağlanmanızı sağlıyor.

Hiç plan yapmayanlar, plan yapma hissi olmayanlar ya da kafasını bunlara takmayanlar, önlerindeki izleri takip ederek yürüyenler… Onlar için doğru da yoktu yanlış da – yaşıyorlardı. Yaşayıp gidiyorlardı. Bilinmeyen, insanın farkında olmadığı bir yanlış, yanlış sayılır mıydı? Yeğler miydi bunu? Yıllarca böylelerini küçük görmüştü. Belki ilk kez “acaba” diyordu bu soruya ezbere yanıt vermek üzereyken; telaşı bundandı, bilmediği, kendine yakıştıramadığı bir şeydi öbür türlüsünü yeğlemek.

Bir şeyler yolunda gitmediğinde alternatifleri olmalı insanın. Bizi dibe çeken her neyse veya kişiyse ona karşı alacağımız bir gard. Aksi durumda gittikçe kötüleşen bir girdabın içinde boğulur gideriz. Çevremize danışırız ve onlar her zaman yanlış söylerler. Aslında tavsiyeleri kendilerince doğrudur ama ne bizi tatmin eder ne de asıl istediğimizi bize verir. İstediğimiz her ne kadar belli olsa da ona ulaşacak yolu kestiremiyoruzdur. Gene de insanlar kendi bildiklerini anlatmaya, sana olmasa bile başkalarına dayatmaya devam ederler. Karşısındakinin ikna olmadığını gördüklerinde de yargılarlar.

Sürekli konuşuyordu insanlar, sürekli bir şeyler söylüyorlardı başkalarına. Sevişenler de vard, ama daha çok dövüşüyorlardı; emrediyor, neyin yapılması gerektiğini anlatıp duruyorlardı. Sevişenler bile neyin nasıl yapılacağından konuşmuyorlar mıydı? Yapılması gereken bir şeyleri vardı hep, bunları anlatan, emreden, tavsiye eden birileri oluyordu mutlaka. Kimselere kulak vermese, becerebilse bunu, kendi sözleri, emirleri, tavsiyeleri kulağından başlayarak kemiriyordu beynini. Filmlerde, belgesellerde gördüğü, içerisinde, çevresinde arıların vızıldayıp durduğu kovanlara benziyordu dünya – uğulduyordu.

Zaman zaman kahramanlarda kendimizi bulsak da bazen onlardan uzaklaşıp yaşadıklarına dışarıdan bakıyor, karşılaştıkları sorunlarda nasıl bir tavır alırız acaba diye sorguluyoruz. Kimi zaman kızıyor, sövüyor; ben olsam şöyle yapardım derken, bazen yaptığının doğruluğuna ikna olup bunu yadırgamıyoruz. Kısacası yaşıyoruz. Ki Dünyanın Uğultusu’nda özgün, duru ve sizi içine çekerek alıp götüren diliyle birlikte bizde var oluyoruz. Bu hem romanlarında hem de öykülerinde ön plana çıkıyor Behçet Çelik’in. Bir kitapta aranılan ön önemli etken bu değil midir zaten. Dünyanın Uğultusu’nu okurken de bunu derinden hissedeceksiniz.
 
Üst